top of page
Search

Öznellik Nedir? *

Donald E. Hall

İngilizceden Çeviren: M. Talha Altınkaya


*Bu metin Routledge yayınları tarafından basılan “Subjectivity” kitabının giriş metnidir. Subjectivity, Donald E. Hall, 2004, Routledge, s. 1–5. Kitabı buradan satın alabilirsiniz.


- - - - - - - - - - -


“Ben kimim?” sorusu şüphesiz hepimizin hayatının belli bir noktasında, belki de birçok ve çeşitli noktalarda kafa yorduğu bir sorudur. Gerçekten de geniş çeşitlilikte otorite figürleri ve kuruluşlar tarafından kimliklerimizi yeniden düşünmemizi, ifade etmemizi ve açıklamamızı istediğimiz bir çağda yaşıyoruz: ebeveynler, okul rehberlik öğretmenleri, en çok satan kişisel gelişim guruları, talk şov sunucuları ve hatta reklamcılar bile bizleri pahalı bir araba satın alarak, kilo verme programına girerek ya da yeni bir saç rengini deneyerek, “kendini” ifade etmenin farklı bir biçimini denemeye teşvik ediyorlar. Eğer bir irademiz varsa bizler yaygın bir biçimde “benliklerimizi” yaratma ve yeniden inşa etme özgürlüğüne sahip olduğumuza inandırılıyoruz fakat aynı zamanda bu durum şüpheli bir biçimde seçeneklerin ve topluma, toplumsal cinsiyete, bölgesel, etnik, cinsel alt gruplarımıza rahatça sığmamızı sağlayacak yollarla sunuluyor.


Hukuk kuramcısı ve sosyal tarihçi Lawrence M. Friedman bunu birbirimizle olan ilişkilerimizi tanımlamak için daha “dikey” (hiyerarşik, eğilmez [inflexible]) bir moddan “yatay” (aşılabilir, temsilen yürütülen) bir moda doğru giden kendimizin “bir şeyler yapma” sorumluluğuyla yükümlü olduğumuz aşamalı bir hareketin sonucu olarak değerlendirir. Lawrence “Yatay Toplum” isimli kitabında “eski biçimlerin ve geleneklerin yıkılmakta olduğu” bir çağda yaşadığımızı ve bireyi bir kafese sıkıştıran form ve geleneklerin; insanın sabit/değişmez belirli toplumsal rollerde yer almasını sağladığını, bu rollerden nasıl sıyrılacak ve bu rollerle nasıl savaşacak olursa olsun bireylerin dünyada belirli bir pozisyona sabitlendiğini savunuyor. (Friedman 1999: vii–viii). Çağdaş toplumda “kendiliğin”[self] yaratılmasına getirilen her iki olasılık ve sınırlama araştırmasının sonunda Friedman, günümüzde “kişinin bir ırkı, cinsiyeti, bir cinsellik biçimini (sınırlar içinde) seçtiği sonucuna varmıştır. Kişi herhangi bir grubun bir parçası olarak sayılmamayı da seçebilir lakin bu durum bazen daha zordur çünkü dış toplum [outside society] her zaman birinin seçimiyle aynı düşüncede olmaz”(240). O, konuyu daha da karmaşıklaştırarak şunu belirtir


Seçim yapma genellikle bir yanılsamadır. İnsanlar özgür iradelerine sarsılmaz bir şekilde inanırlar. Fakat onlar siyasi görüşlerini, elbiselerini, tavırlarını, kimliklerini, kendi elleriyle yazmadıkları bir menüden seçiyorlar. Onlar anlamadıkları ve hatta bir bilinci bile olmayan güçler tarafından mecbur bırakılıyorlar. Ancak seçim yapma yanılsaması bile çok büyük bir sosyal öneme sahiptir. (240)

Özgürlük ve kısıtlama ile kendilik inşa etme ve toplumsal yapı gibi onun öne sürdüğü pek çok konu, sadece hali hazırda eleştirel ve sosyolojik teorilere en çok itiraz edilen konulardan bazıları değil, aynı zamanda felsefe, psikoloji ve teolojinin tüm tarihinde vardır. Friedman’ın yorumu ve nitelemesi bizi aslında öznellik konusuna yönlendirir: seçim ve yanılsama arasındaki gerilim, dayatılmış tanımlar ile bu tanımların bireysel sorgulamaları arasında ve eski formüller ile yeni sorumluluklar arasındadır; özellikle de bu gerginlikler, edebi ve diğer kültürel temsil biçimlerinin kesişimini ve kimlik ve kimlik politikalarının eleştirel/kuramsal tartışmasını anlamamıza yardımcı olur.


Regenia Gagnier’in “öznellik” ifadesi, viktoryen benlik tasarımı konusunda yaptığı araştırmada isabetli bir şekilde tartıştığı gibi, bugün eşzamanlı olarak birçok şeyi eleştirel bir deyişle ifade edebilir:


Birincisi, özne kendi başına bir “ben”dir, ancak başkalarının bu “ben”i kendi bakış açısıyla, kendi tecrübesi içinde anlaması zor veya imkansız olabilir. Aynı anda özne başkaları için özne olur ve başkalarının öznesi olur; aslında o çoğu zaman kendi öznelliğini de etkileyen bir şekilde ‘başkaları’ için ‘başkası’dır. Üçüncüsü özne aynı zamanda belki de kendi varoluş koşullarını sınırlayan sosyal kurumların söylemine en çok aşina olan bir bilginin öznesidir. Dördüncüsü, özne diğer insan bedenlerinden ayrı (hamile kadınların durumu hariç) bir bedendir; ve beden ve dolayısıyla özne kendi fiziksel çevresine yakından bağlıdır. (Gagnier 1991: 8)

Fakat Gagnier’in çıkarım yaptığı öznenin bu tariflerinin tümü aynı zamanda, on yedinci yüzyıl filozofu René Descartes’a atfedilen ‘nesnellik’ (tarafsız ‘hakikatin’ bakış açısı) ve ‘öznellik’ (bireyin sınırlı, hataya eğilimli bakış açısı) arasındaki farka atfedilen basit ayrımla da bağlantılıdırlar. Kitabın sonraki bölümlerde geri döneceğimiz Descartes, asla “öznel” ya da “öznellik” terimlerini kullanmazken, altıncı “Meditasyon”u, alçak gönüllü bir itirafla yani, “insanın yaşamının çoğu kez hataya tabi olduğu” itirafıyla sonlandırır. Çünkü bir kişinin bakış açısı her zaman kısmi, kusurludur ya da başka bir şekilde ifade etmek gerekirse: “insan”. Ve bu sınırlamalar, elbette, bizim “kendi”mizi tamamen ya da güvenilir bir şekilde bilme yeteneğimizi de içerir.


Yine Bölüm 1'de inceleyeceğimiz gibi, bu kaçınılmaz sınırlamalar, Descartes’ın “benlik” hakkında düşünmeye çalışmasını kesinlikle engellemedi. Gerçekten de, cogito’nun Metodolojisi Üzerine Söylemi’ndeki ünlü betimlemesi — “Düşünüyorum o halde varım” — insan “varlığının” tanımını (bilmenin tam olarak yararsızlığına rağmen), bilmesi gereken bir mücadele olarak tanımlar. İki kavram bazen birbirinin yerine kullanılsa da, “öznellik” kavramı kimlik kavramından nispeten farklı bir anlama geldiği için bu kadar kullanışlı bir kavramdır. Bizim amacımız açısından bir kişinin kimliği, kısa ya da uzun vadede, tutarlı bir kişilik ve toplumsal varlık biçimi veren belirli özellikler, inançlar ve bağlılıklar olarak düşünülebilir, fakat öznellik her zaman bir kimlik ve öz-bilinçlilik aşaması anlamına gelir; aynı zamanda, kimliği tam olarak kavrama yeteneğimiz üzerindeki sayısız kısıtlamalara ve çoğu zaman bilinemez, kaçınılmaz sabitlere izin verir. Hassas bir kavram olarak öznellik, bizi kimliğin nasıl ve nereden ortaya çıktığını, ne ölçüde anlaşılabilir olduğunu ve kimlik üzerinde hangi etki veya kontrolün herhangi bir ölçüsüne sahip olduğumuzu sorgulamaya davet eder. “The Bedford Glossary of Critical and Literary Terms”in yazarları Ross Muffin ve Supryia Ray’in kısa tarifinde öznellik, “bildiğimiz (ama yapamayacağımız), bildiğimiz (ya da kendimize inandığımız) ve bireysel ya da kültürel olarak bilme yollarına -ya da bilmeye çalışma noktasına işaret eder.” (Murfin ve Ray 1997: 388). Böylece öznellik, iki felsefi sorgulama çizgisinin kesişimidir: epistemoloji (bildiğimiz şeyi nasıl bildiğimizin incelenmesi) ve ontoloji (varlığın incelenmesi ya da varlığın doğası üzerine yapılan inceleme). Diğer bir ifadeyle, öznelliğe dair araştırmalarda “bilgi anlayışımızın kendi varlığımıza dair anlayışımızla nasıl bağlantılı olduğu, bu anlayışı nasıl etkilediği ve/veya kısıtladığı” sorusu sorulabilir. Gerçekten de sorulardan birisi şudur: “Toplumsal ve bireysel varlığımız, bilgiyi kolektif bir şekilde elde ettiğimiz yollarla belirlenir mi?”


Ancak, bu soruların ortaya çıkarıldığı, yanıtlandığı ya da yüzyıllar boyunca tamamen göz ardı edildiği çeşitli yolları keşfetmeye başlamadan önce, bir an için bunun neden edebiyat ve kültür eleştirisinin geniş alanına uygun olarak düşünülebildiği veya hayal edildiğine kafa yorulabilir. İnsanlık tarihinin çoğu için, bunlar dini, felsefi ve politik sorulardı, ancak romanların, şiirlerin, oyunların ve diğer estetik temsil biçimlerinin eleştirel incelemelerinin ardındaki itici gücü neredeyse hiç oluşturmuyordu. Günümüzde edebi ve kültürel teori, feminist kuramcı Elaine Marks’ın (Anglo-Amerikan felsefesinden kopan ve büyük bir metafizik olan) “büyük sorular olarak adlandırdığı şeyi sormaktadır: yaşam, ölüm ve sevginin anlamı” (Marks 2001: 277). Joe Moran, bu “büyük soruların” “gerçekliğin doğası, dil, güç, toplumsal cinsiyet, cinsellik, beden ve benliğin doğasını” irdelemeyi içerdiğini belirtmektedir (Moran 2002: 83). Elbette, bu sorular dinin bir kez sorduğu ve kesin olarak cevapladığı ama özellikle Darwin sonrası dönemde yanıtların artık tatmin edici ve hatta güvenilir olmadığı sorularıdır. Dahası, yirminci yüzyıldaki Anglo-Amerikan felsefesi daha analitik ve ölçülebilir metodolojilere yönelirken, bu “büyük sorular” Kıta filozoflarının (özellikle Fransız ve Alman) ve onları okuyan ve kullanan Anglo-Amerikan edebi eleştirmenlerin alanı oldu.

Bununla birlikte öznellik kavramının edebiyat ve kültür öğrencilerinin ilgi odağında olmasının tek sebebi, özellikle geleneksel edebi çalışmaların şiir, roman ve oyunların ötesindeki farklı metinler dizisini kapsayacak şekilde genişlemesi değildir. Günümüzde metinlere sadece eğlence ve eğitim biçimlerine bakmak için değil, aynı zamanda politik olarak yönlendirilen ve estetik anlayışın ötesinde gündemlerle bağlantılı oldukları için yaklaşıyoruz. Kimlik, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda iyice politize oldu. Kimliklerin toplumsal olarak değerlendiği, sorgulandığı ve çoğaltıldığı farklı yolları anlama mücadelemizin bir parçası da çok çeşitli kültürel metinleri okuma, çalışma ve eleştirel bir şekilde ele alma sürecindedir. Gerçekten de edebiyat ve yazın alanındaki eleştirmenler metin terimi ile ne kast ettiklerini agresif bir şekilde genişlettikçe, benliğin bir temsil sistemi olarak yazılmasının kendisi, tek başına önemli bir inceleme ve spekülasyon alanı haline gelmiştir. Dolayısıyla, öznelliği araştırırken, eleştirel analiz için bir başlık olan “ben”i bir metin olarak, geleneksel edebiyat ve kültür metinleriyle olan ilişkisinde ve bu ilişkinin ötesinde araştırıyoruz.


Kitabın sonraki bölümlerinde, yüzyıllardır süren araştırmaları ve çok çeşitli güncel edebi/kültürel eleştirel metodolojileri karşı karşıya getireceğiz. Yirminci yüzyılın ortaları ile sonları arasındaki her büyük ciddi hareket öznellik kavramına (bazı biçimlerde veya modayla) değinmiş, hatta “kim” ve “ne” olduğumuz, “nasıl” ve “neden” (bir şey) haline geldiğimiz ile ilgili aynı sorulara çok farklı cevaplar vermiş olsalar bile biz, farklı bir şey haline gelme kapasitesine ve yeteneğine sahip olduğumuz ölçüde olduğumuz şey olmayı sürdürüyoruz. Böylelikle bu kitabın, sadece uzak ve yakın geçmişte değil, fakat şimdiki zamanda ve gelecekte de görüleceği gibi ele alacağı mesele, yüzyıllardır öznellik tartışmasının merkezinde yer alan ve tartışmalı bir konu olan “faillik”dir[agency]. Failliğin soruşturulması için aslında, temel yükümlülük sorununu ele alıyoruz: kişisel eylemde, estetik yaratımda, kişisel normlarda ve sosyal değerlendirmelerde temel yükümlülük. Öznellik teorisyenlerinde (özellikle de geç teorisyenlerde) merkezi bir endişe vardır: toplumu uyumlu bir bireysel eylemle ve kültürel temsilin bu değişimleri yapabileceği, yaptırabileceği ya da engellemediği yollarla nasıl değiştirmeliyiz -ve ne ölçüde böyle bir yeteneğimiz var?- Bunlar, insanlık tarihinin daha önceki dönemlerinde her zaman sorulmayan sorulardı, ama bir kez sorulduğunda, asla tamamen geri alınamaz veya unutulmayacak sorulardır. Göreceğimiz gibi, tüm bu nedenlerden (ve daha fazlasından) dolayı “öznellik” konusu eşsiz ve kalıcı bir öneme sahiptir.




 
 
 

Comments


bottom of page