top of page

Bulut Atlası ya da Sömürü ve Başkaldırının 400 Yıllık Tarihi


Filmle ilgili yazıya geçmeden önce stüdyo ve yapımcıların filmin konseptini resmi olarak nasıl duyurduklarına bir göz atalım:


“Bireylerin davranışlarının geçmişteki, günümüzdeki ve gelecekteki diğer bireylerin yaşamları üzerindeki etkileri üzerine bir araştırma, katil bir ruhun kahramana dönüşmesi ve bir iyiliğin asırlar boyunca dalgalanarak bir devrime ilham olması.”

Madem Web 3.0 çağındayız onun kurallarına uyalım ve bu yazının ağır spoiler içerdiğini en baştan belirtelim.


Wachowski Kardeşler ismini duyunca hemen herkes öncelikle Matrix’i anımsar. Zira Matrix de hiç anımsanmayacak bir yapıt değildir. Ülkemizde (hatta tüm dünyada) yayınlanan kamera arkası görüntüler ve yönetmenlerin yaptığı açıklamalar sebebiyle film Baudrillard’ın Simülasyon Kuramıyla da bağdaştırılarak, kuramın cisim bulmuş hali olarak yorumlanmaktadır. Şüphesiz bu su götürür bir tartışmadır. Aynı şekilde Wachowskilerin ülkemizde pek de tartışılmayan 2012 yapımı “Bulut Atlası” filmi ise kapitalizmin sömürü düzeninin, tarihin önemli uğraklarının da göz önüne alınarak filme dönüştürülmüş halidir. Her ne kadar film tarihi olarak ‘kölelik’, ‘yahudi soykırımı’, ‘sömürü’, ‘sınıf’ gibi kavramların eleştirisini getiriyor gibi gözükse de son kertede söylem düzeyinde bir sistem eleştirisinden daha çok bir insan eleştirisine yönelmiştir.


Tüm bu tarih bir peliküle yansımadan evvel önemli bir yazarın kaleminden çıkmıştır. David Mitchell’ın aynı adlı romanında uyarlanan film, anlatılan öyküler bakımından esere sadık kalsa da filmdeki hikayeler arası geçiş romanda olanın aksine sürekli olarak paralellik göstermektedir.

Filmde anlatılan 6 hikaye iç içe geçirilmiş ve bu durum aynı oyuncuların farklı hikayelerde farklı karakterleri oynaması ile anlam kazanmıştır. Köleliğin hala geçerli olduğu 1849 yılında bir avukatın hikayesini anlatarak başlayan film 6 hikayede de seyirciyi ‘başkaldırı’ kavramını düşünmeye sürükler. Zira tüm hikayeler aslında birer başkaldırı hikayesidir. İlk hikaye sömürüye karşı bir başkaldırıyı anlatırken ikinci hikaye, eş cinselliğe ve sanatın belli bir zümrenin elinde olmasına karşı bir başkaldırıdır.


Ancak tüm bu hikayeler içerisinde en çok öne çıkartılan; 2144 yılında Güney Kore’nin başkenti Neo Seoul’da geçen klon Sonmi-451’in hikayesidir. Aydınlanmayla birlikte insanlığın ‘ilerlemesi’ için ortaya çıkan bilim ve onunla el ele yürüyen kapitalizm, insanlığı o kadar acımasız bir noktaya getirmiştir ki teknoloji tarafından üretilen klonlar insanlara hizmet etmekte ve bu hizmetin bir sonucu olarak ‘özgürlüklerine’ kavuştuklarını zannederlerken, sabunlaştırılarak diğer klonların yemeği haline gelmektedir. Kapitalizmin tamamen tüketim üzerine kurulu olduğu bu atmosferde ‘sendika’ olarak bilinen bir devrimci hareket, Sonmi-451 adlı klonun bu kan emici sistemin farkına varmasını sağlar ve onun da bu isyan sürecine katkı koymasına aracılık eder.


Nasıl ki Fahrenheit 451, Ray Bradbury’nin romanında belirttiği gibi kitap kağıdının yanmaya başladığı sıcaklığın temsiliyse, Sonmi-451 de devrim ateşini yakan bir “başkaldırı öznesinin” temsilidir.

Tüm bu süreç anlatılan hikayelerde sürekli olarak bazı kavramsal döngülere vurgu yapılarak aktarılır. 6 hikayede de başkaldırıdan ve iyilikten yana olan karakterler aynı doğum izine (kuyruklu yıldıza) sahiptir. Ancak Wachowskilerin yine film boyunca sürekli hatırlattıkları gibi, insan doğası tarihin ilk anından bu yana her zaman iyiyi ve kötüyü içerisinde barındırmıştır.


Bu kimi zaman 1930’ların Cambridge’inde bir bestekarın ruhunda, kimi zamansa 1970’lerin nükleer enerji tartışmalarında halktan yana tavır alan gazetecinin ruhunda cisim bulur.


Yani film aslında anlattığı 6 farklı hikâye ile insanlık tarihinden bugüne kadar var olmuş bazı kavramlara kendi perspektifinden bakmaya çalışır. Örneğin güç kavramı filmin temel motiflerini oluşturan kavramlardan biridir. İlk hikayeden son hikayeye kadar güçlü ve kötü olanların, güçsüz ve iyi olanlara karşı uyguladığı şiddetin sebebi metafizik bir gönderme ile tanrıya bağlanır. Tanrı bu dünyada insanlar arası ilişkileri açıklayan bir ilke belirlemiştir: “Zayıflar et olur. Güçlülere yem olur.” Ancak yine filmin gösterdiği gibi tarih bu ilke üzerinden hareket etmeyen insanlarla doludur. Bu insanlar geçmişte yaptıkları bazı iyiliklerle gelecekteki bazı iyilikleri tetiklemekte ve diğer insanların hayatını etkilemektedir. Film bu karakterleri reenkarnasyona da gönderme yaparak vücutlarındaki doğum lekeleriyle diğer karakterlerden ayrıştırır. Zira doğum lekesi olan karakterler son kertede iyiliğe hizmet etmekte ve evrenin geçmişten-geleceğe sürecek olan tanrısal düzenine karşı çıkmaktadırlar.


Bu anlamda film anlattığı 6 farklı hikayeyle; inanç, korku ve aşk gibi kavramlarla tüm bu evrenin hakikatinin sonsuz bir gerçek içinde ve bunun yanında zamansal anlamda da kozmik bir birliktelik içinde olunduğunu vurgular. Bunu yaparken sadece reenkarnasyon üzerinden değil aynı zamanda Einstein’a atfedilen görelilik teorisi ve paralel evrenlere gönderme yaparak, aynı olayları birbirine çok benzeyen insanlar ve o insanların yaptığı aynı hatalar üzerinden işler.


Ancak film son kertede söylem olarak insanın bütün bir evrenle ilişkisinin hiç değişmediği savına varır. Üçüncü hikayede gazeteci Luisa Rey’in söylediği “insanlar zaman ilerlese ve evren değişse de hep aynı hatayı yaparlar” sözü bir karamsarlığın ifadesidir. Film bunun örnekleriyle doludur. Örneğin Neo Seoul’da geçen hikayede insanlar saf ırk ve yapay varlıklar olarak ayrılmakta ve klonlar fırınlarda yakılarak yeni üretilecek klonlara yemek olmaktadır. Böylelikle 2144 yılında insanlığın 1940’lı yıllar Almanya’sının pek de uzağında olduğu söylenemez. Yine 1849 yılında gösterilen kölelikle, 2144 yılında gösterilen kölelik arasında sadece biçim olarak fark vardır. Eski kölelik yok olmuş ancak yerini çok daha vahşi ve modern bir kölelik almıştır.


Bu noktada filmin söylemi; “insanlar aradan 250 yıl geçmesine rağmen herhangi bir ilerleme kaydedememiş ve sürekli olarak oldukları yere geri dönmüştür” şeklinde yorumlanabilir. Dolayısıyla insanlık son hikayede Meronmy’nin söylediği gibi muhteşem uygarlıklar kurmuş ancak bunu yaparken doyumsuz hislerine engel olamayarak doğayı ve yaşadığı dünyayı değiştirmeye, hatta yok etmeye varacak uygulamalarla çok daha geriye doğru gitmiştir. Neo Seoul kentinde resmedilen distopik atmosfer bunun en güzel göstergesidir.

Bununla birlikte film; son hikayede sürekli olarak aynı hataları yapan insan söyleminden uzaklaşarak daha olumlu bir söyleme doğru kayar: Zachry Meronmy’yi dinlemiş ve ikna olup kendisini değiştirmiştir. Bu anlamda Zachry tarihsel döngüyü kırarak yeni bir döngü başlatmış olur. Zira bu yeni döngü de insanlığın yeniden uygarlıklar kurmaya başladığı mükemmel bir sistemin sonsuza dek sürebileceği gibi bir ütopyayı ortaya çıkarır.

 
 
 

Comentarios


bottom of page