top of page

Distopik Bir ‘Yol’ Hikayesi: “The Road”

“Kuşaklar zaman geçtikçe kötüye gidiyorlar. Öyle bir zaman gelecek ki, kuşaklar iktidara tapacak kadar düşkünleşecekler; kaba güç onlara doğru gelecek ve iyiye duyulan saygı ortadan kalkacak. Sonunda, hiçbir kimse artık yanlışlıklara kızmaz olunca ya da hiç kimse kötülüklerin varlığından utanç duymaz olunca Zeus onları da yok edecek.”(Eric Fromm, İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri, I. Cilt)
ree

Cormac McCharty’nin aynı isimli eserinin uyarlaması olan ve yakın bir gelecekte dünyanın yaşadığı “kıyamet sonrası” günleri konu alan The Road filminde, depremler sonucunda başlayan felaketler dünyanın dengesini bozmuş, iklimleri değiştirmiş ve güneş dünyayı kaplayan gri bulutların ötesinde görünmez hale gelmiştir. Bitkilerin yok olması hayvanların sonunu getirmiş ve insanlar da gün geçtikçe yavaş yavaş, acı çekerek yok olmaya başlamıştır. Tüm bu distopik atmosferin ortasında bir baba ve oğlu yamyamların kol gezdiği, harap olmuş bu dünyadan kurtulmak umuduyla güneye/sahile doğru ilerler.


Gün ışığının uzun bir süredir ulaşmadığı, yıl, takvim ve daha da ötesinde zaman kavramının yitirildiği, her geçen günün bir önceki günden daha karanlık olduğu, havanın gün geçtikçe daha da soğuduğu, hiçbir hayvanın ve bitki türünün kalmadığı, kurumuş olan ağaçların yıkıldığı, sık sık depremlerin olduğu ve neredeyse tamamıyla yok olmuş bir dünyanın tasvir edildiği filmde doğa ve uygarlık adına hiçbir şey kalmamıştır. Bilimin ve teknolojinin insanlığa hediye ettiği yollar, köprüler, araçlar, istasyonlar, alışveriş merkezleri ise yok olmuş bu gri dünyanın içinde sadece bir dekorun parçasıdır.


ree

İnsanlık tarihi gerçekten de “uygarlıktan barbarlığa doğru” ilerlemiş ve bir anlamda tarihsel döngüsünü tamamlamıştır. Hobbes’un ‘doğa durumu’ olarak betimlediği durumun puslu bir temsili olan filmde, orman kanunlarının geçerli olduğu dünyada hayatta kalmaya çalışan bir baba ve oğlun hikayesinin yanında insanların eko-sistemi yok etmesi halinde, nasıl bir dünyada yaşayacağı resmedilir.


Yamyamlığın ve “orman kanunlarının” egemen olduğu bu dünyada, insanlık “insanlığını” yitirmiştir. Tarihin ve bütün bir tarihsel gelişmenin insanlığa kazandırdığı ‘toplum’, ‘düşünce’, ‘eşitlik’, ‘birliktelik’, ‘akılcılık’ gibi kavramların bu dünyada artık yeri yoktur. Bu sebepledir ki filmde başkarakter ve çocuğu dahil olmak üzere hiç kimsenin bir adı yoktur.


ree

Hobbes’un ‘insanı insanın kurdu’ olarak nitelediği ve tıpkı yine onun söylediği gibi tamamen güçlü-güçsüz gibi iki farklı imgeye indirgenebilecek, rekabet üzerine kurulmuş olan bu distopik dünyada filmin sorguladığı şey ‘insanın’ kendisidir. Ayrıca bu dünyada insanın 17. Yüzyılda olduğu gibi haklarını devredeceği ve düzenin devamlılığını sağlayacak bir Monark da yoktur. İnsanlar 21. yüzyılda 17. yüzyılı yaşamaktadırlar. Bu durum beraberinde şu soruyu getirir;


“Toplum denilen birliktelik yıkıldığında insanlar ne kadar ileri gidebilir?”


Açlıktan ölmemek için insanları yemek, hatta ve hatta bebek yemek insanlık dışı bir şey midir?


Tam olarak bu vahşi soruların karşısına konumlandırılmış olan çocuk karakter ise saf ve temiz duygularla insanlara yardım etmek, yiyeceklerini başkalarıyla paylaşmak gibi ‘hümanist’ değerleri sürdürmeye devam etmektedir. Bir anlamda film boyunca çocuğa yapılan ‘tanrı’ ya da ‘melek’ gibi vurgular da çocuğu insanlık adına ‘olumlu’ bir geleceğin göstergesi haline getirir.


Saflığın ve Hümanizma’nın çocuk karakter tarafından temsil edildiği filmin ısrarla üzerinde durduğu ve sorguladığı kavram ‘insan’dır.


“İnsan gerçekten özünde iyi ve yardımsever, topluluk olma bilincine sahip ve doğadaki diğer tüm maddi varlıkları da düşünerek yaşayan bir canlı mıdır? Yoksa tıpkı hayvanların doğal yaşamlarındaki gibi güçlünün güçsüzü yendiği ve şartlara bağlı olarak değişebilecek bir canlı mı?” olduğu sorusu filmde bir umutsuzluğun göstergesi olur.


Fromm’u takip etmek gerekirse insan; bir yandan kendi türüyle kavga etmesi yönünden birçok hayvan türünün akrabasıdır ama diğer bir yandan insan, kavga eden binlerce tür arasında, kavgasını yıkıcılığa ulaştıran tek türdür. Bu anlamda insan, kitle katliamcısı olan tek türdür, kendi toplumu içinde bir çıbanbaşı olan tek varlıktır.[1]


ree

Ancak yine Fromm’un belirttiği gibi insan; sonradan bu duyguları içselleştirmiş bir canlı değildir. Doğadaki diğer tüm canlılar gibi, insanın da özünde (eğer bir özü varsa) sevgi, şiddet gibi duygular vardır ve bu duygular insanın tüm tarih boyunca fiziksel ve ruhsal olarak edindiği duygulardır.


Tüm bu edinim insanlığı nereye vardırmıştır? Filmde ara ara gösterilen ancak filmin sonunda ısrarla vurgulanan ve başparmağı olmayan insan, insanlık tarihi açısından nereye varıldığının en iyi göstergesidir.


Tüm bu göstergelerin yanında film, kötülüğün ve distopyaların kökenlerini sadece insanı merkeze alarak işler ve böylelikle sistem eleştirisi ıskalar. Zira filmde de görüldüğü üzere, uygarlık yerle bir olsa da, kıyamet yeryüzünü yaşanmaz bir harabeye çevirse de, coca-cola her zaman oradadır. Baba kolayı açar, çocuğa verir ve çocuk kolayı yudumlayıp “çok güzel” olduğunu söyler.


“Çok güzel”!



[1] Erich Fromm, İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri I. Cilt

 
 
 

Commentaires


bottom of page